Acıların takımı Fenerbahçe!

Deniz Arslan
7 min readJun 6, 2019

Son yıllarda, en çok Fenerbahçe maçı seyrettiğim sezon bu oldu. Gerçi gurbetteyim, maçları televizyondan seyrettim, ama yine de, yeri geldi, kaçırdığım maçları bile bütün gece internetimi kapalı tutarak, işgüzar Fenerlilerden mümkün mertebe uzak durarak, dijitürkün saat göstergesini geriye götürürken maçın tekrarına denk gelip de skoru görme korkusuyla bilgisayarın sesini kısıp, üst kısmı A4 kağıtla yahut oğlanın kalkan balığı gibi kitaplarıyla (çocuk kitapları neden ölçüsüzce büyük?) kapatarak, gecelerin kör vakitlerinde, allı morlu şarapları yuvarlayarak seyrettim. Ulan bir kere de bahtiyar olsaydım ya eski futbolcumuz, baş tacımız “deli” Bahtiyar Yorulmaz gibi, değseydi ya bütün akşam kendime işkence ettiğime, oh en azından devre arasını hızlı geçerim diye polyannacalık oynamalarıma. Değmedi! Değmen benim gamlı yaslı gönlüme…

Foto: https://twitter.com/kingsantillana vasıtasıyla.

Fenerbahçe beni ve arkadaşlarımı çok üzdü bu sene, kahretti, öyle toplar oynadı, öyle rezilliklerin ortağı oldu ki, insan içine çıkamaz hale getirdi. Ve şimdi dönüp bakınca, sadece dönüp bakınca da değil, sezon devam eder, maçlar oynanırken bile, ben bundan kendime bile tam anlamıyla itiraf edemediğim bir zevk aldığımı fark ettim. Çünkü, sanırım, Fenerbahçe üst düzey başarıların, destanların, üst üste şampiyonlukların, devasa bir ziyafet sofrasını sırtlan gibi silip süpürürcesine kazanılan kupaların değil, kaosun, karmaşanın, idare-i maslahatın, tam düzelecekmiş gibi göründüğü anda düzelmek şöyle dursun tepetaklak gidiveren işlerin, çiçek gibi kalkış yapmışken uçağının motoruna kuş girdiği için geri inmek zorunda kalan talihsiz pilotların, dibe vurduğuma göre burdan zıpkın gibi ayağa kalkarım diye düşünüp bir kademe daha aşağıya yuvarlanıvermelerin takımı. Çünkü Fenerbahçe, evet, biraz acıların takımı. Çünkü Fenerbahçe, sanıyorum biraz Türkiye’ye benziyor.

Şimdi kardeşlerim, geniş bir yay çizerek Yahya Kemal’den Orhan Gencebay’a, oradan da aslan Daniel Güiza’nın gam yüklü suratıyla, Anadolu’nun bir köyünde radyodan takip edilen 6–1’lik Aydın maçına rağmen Fenerlilikten vazgeçmeyen üzgün ve basiretli oğlan çocuklarının akıl almaz sebatına doğru ilerleyelim. (Roman Neustädter kazması engel olmazsa tabii.) Belki o vardığımız yerde Valbuş’la karşılıklı birer tek atar, Rap Rap Rapaiç’in akıl almaz uçuculuğunu anıp rahatlar, bir Hakan Tecimer pasının zarafetinden, bir Aykut Kocaman aşırtmasının cüretkârlığından, bir Zoran Mirkoviç müdahalesindeki zekadan, bir Alex de Souza frikiğinin vakurluğundan kendimize yeni sezon için fallar beğeniriz:

Şu anda tabii ki, ve her sezon olduğu gibi, 2020 yılında şampiyonluğun en büyük favorisiyiz! Çok net!

İslav kederini bilmeyen Kenneth Andersson’un Rapa’ya indirdiği o hava topu

Yahya Kemal’in Lehistan sefirimiz iken yazdığı şahane bir şiir, o şiirde de bir dize var: Artık buranın problematik maneviyat hissini temize çekmeye, milyonlarca yeisli Fenerli gibi kendi boktan ruh halini bir çerçeveye oturtmaya mı çalışıyor, yoksa kendisi ve kendisi gibilerle dalga geçmeye mi çalışıyor belli değil, ama şöyle diyor Türkçenin en gürül gürül şairlerinden biri:

Bir erganun âhengi yayılmakta derinden…

Duydumsa da zevk almadım İslav kederinden.

Çünkü Yahya Kemal için, mutluyken bile tasalı görünen Hasan Ali Kaldırım için, Trabzon’la içeride oynarken atılan son dakika golüne şampiyon olmuş gibi sevinen ortalama Fenerli için, bizden beter Gigi Datome, bizden evla Dirk Kuijt, bizden gamsız, arabeskçi suratlı Andre Santos ve benim için, ve sizin ekseriniz için de, keder potansiyel olarak zevk alınabilecek bir şey. Bir kere rakı içiyorsunuz! Elinize vicdanınıza koyup söyleyin, normal şartlar altında içilecek şey mi bu rakı? İsveçliler neden rakı içmiyor mesela? Siz bir de bunu derde dert katmak, keder kuyusundan su çekmek, tavan aralarında unutulmuş eski azapları hatırlayıp onlara bir kez daha üzülmek için içiyorsunuz. Çünkü itiraf edin, tıpkı Yahya Kemal gibi, siz de kederden zevk alma peşindesiniz. Sonra üzülseniz, üzüldüğünüze üzülseniz…

Yüz metreyi on saniyede koşan Nicola Lazetiç’in kelinde kayarcasına

Nurdan Gürbilek, “Kötü Çocuk Türk”te itinayla ördüğü denemelerinden birinde Orhan Gencebay’dan söz ederken şöyle diyor:

“Oysa mahrem olanla kamusal olanı iç içe geçirmiş, aşkı zulmün metaforu haline getirmişti Gencebay. Aşkı bir zulüm olarak tarif ediyor, ama toplumsal zulmü de bir âşık söylemiyle anlatıyordu. Dahası, insanları bu acılı yazgıyı aşmaya değil, bundan düpedüz zevk almaya, garipliğin ötesine geçmeye değil, garipliğin içine yerleşmeye, bu karşılıksız aşkta oyalanmaya çağırıyordu.”

Gürbilek metnin devamında söz konusu anlayışın 80’lerle birlikte nasıl değişip, İbrahim Tatlıses’in şahsında billurlaşan bir “ben de isterem” arsızlığına evrildiğini anlatıyor. Fenerbahçe özelinde bu metaforu daha fazla zorlamak Selçuk Şahin’in Galatasaray’a boğa heykelinin oradan attığı golü tekrar atmaya çalışması kadar beyhude olacak, o yüzden burada durup bağlantıları cilalalayalım.

Türkiye’deki futbol takımlarının toplum nezdindeki işgal ettikleri konumlara dair çıkarımlar, işte mesela işçi sınıfının, burjuvazinin ya da başka bir sınıfın takımı gibi adlandırmalar, herhangi bir takıma futbolun ötesine geçen kimlikler biçmeler, taraftarların aidiyet hisleri üzerinden onların sosyo-ekonomik ya da kültürel eğilimleriyle ilgili genellemeler yapmalar; ben şahsen bu ve buna benzer çabaların hemen hemen hepsinin anlamlı verilerden ziyade işkembei-i kübradan neşet eden yarım yamalak saptamalar olduğunu, spekülatif ve eğlenceli bir faaliyet olmakla birlikte çıkan sonuçların çok da dikkate alınacak şeyler olmadığına inanıyorum.

Bununla birlikte, özellikle belli bir tarihe sahip olan büyük futbol kulüplerinin belirli yönetimsel gelenekleri olduğu, değişen kongre kompozisyonlarına rağmen söz konusu yazısız gelenekler, zihniyet örüntüleri ve iş yapma biçimlerinin bir şekilde yeni gelen kuşaklara aktarıldığını düşünüyorum. Bunların her durumda tabana, yani taraftara sirayet etmesi gerekmiyor, zira takım seçimi genellikle akıl baliğ olmadan yapılan, kısmen tesadüfi saiklerle devam eden bir süreç. Lâkin, kulüplerin yönetim biçimleri ve yönetici profilleri üzerinden onlar hakkında kaba saptamalar yapabilir, büsbütün bir kimlik inşasına girişmesek bile ilgili kimliğin ufak tefek konturlarından kendimize mini mini payandalar devşirebiliriz.

İşte bu açıdan bakınca, Fenerbahçe bir kez daha, acıların takımı. Çünkü Fenerbahçe’nin yönetim geleneğini karakterize eden şey basbayağı kötü yönetim. Bu haliyle, herhangi bir kurumsallığa imkân vermeyen, tamamıyla şahısların popülaritesi ve kimi zaman da diktası üzerinden yürüyen, başkanın bir teknokrat gibi geride durup kararları verdiği modern bir iş modelinin zinhar kabul görmeyeceği bir gelenek. Bu size neyi hatırlatıyor bilmiyorum ama bana basbayağı Türkiye’yi hatırlatıyor. Zaten Türkiye de bir insan olsa en sevdiği müzik türü arabesk olurdu. Zira acı çekmeye yazgılı olduğunuzu hissediyor, bundan kaçamayacağınızı görüyorsanız, bununla baş etmenin yolunu ararsınız. Acıyı kabullenip, isyanı dışa dönük değil içten patlamalı bir formata sokup, bundan da bir gurur payı çıkararak durumdan zevk almak mı dediniz? Neden olmasın? Kimseye etmem şikayet / Ağlarım ben halime / Titrerim mücrim gibi / Baktıkça istikbalime!

Foto: https://twitter.com/kingsantillana vasıtasıyla

Büyük umutlarla gelen Frank Pingel’in daha sezonu açmadan sakatlanması üzerine zeyl

Buradan bir Ceycey Okoça frikiği gibi havada zarafetle süzülen bir hat çekelim şimdi Nurdan Gürbilek’e. Onun popüler kültür alanındaki izdüşümleri üzerinden değerlendirdiği, arzunun dile getirilme biçimlerine dair büyük değişim elbette Fenerbahçe’yi de etkileyecekti ve etkiledi. Benim çocukluğumun ve belki 70’li yılların Fenerbahçe taraftarı, takımlarına bir Orhan Gencebay şarkısındaki gibi karşılıksız bir aşkla bağlıydılar ve takımları onları mutlu etmediğinde, istediklerini alamadıklarında, “Ben de isterem” diye bağırmak yerine daha çok bağlanıyorlardı arzu nesnelerine. Çünkü muhtemelen, dönemin ruhunda elde etmekten çok yetinmeye, tırmanmaktan çok olduğu yerde vakurca durmaya, arzulanan şeyi apaçık istemek ve karşılığı yoksa isyan etmekten ziyade onun elde edilemezliğini baştan kabullenip “biz böyle iyiyiz, bizim bu şeklimiz güzel şekil”in kollarında teselli bulmak vardı. Dertler benim, çile senin olsun…

Lâkin endüstriyel futbol devriyle birlikte, tıpkı arzusunun hemen şimdi yerine getirilmesini isteyen İbrahim Tatlıses örneğinde olduğu gibi, Fener taraftarının ekserisi de başka türlü bir ihtirasa kapıldı. O ölçülü, hissî, ihtirası esas güdü değil yan motif olarak algılayan, karşılıksız aşktan huzur değilse bile teselli çıkaran taraftar profilinin yerini, her-yol-mübahçı, benim-memurum-işini-bilirci, bu-milletin-amına-koyacağızcı, acil ve dindirilemez bir başarı beklentisiyle maçlara giden, bağlılığı kalplerle değil kupalarla ölçen, parasının hakkını isteyen bir grup taraftar türedi. Bu elbette Fenerbahçe’ye özgü değildi, ama, en azından, benim bildiğim, sevdiğim, çocukluk aşkım saydığım takımın bizzat varoluşuna susturucu marifetiyle üç el ateş etmek gibiydi. Vapuru onlar vurdu, ben vurmadım…

Zira, Fenerbahçe’den başarı beklenmez! Fenerbahçe’den mesela gümbür gümbür bir hücum futbolu bekleyebilir, bunu görmeyince sinirlenebilirsiniz; Fenerbahçe’den sahada kendi vakarına aşık bir zarafet bekleyebilir, skor hanesinde hezimet yazıyorsa bile bunu hoş görebilirsiniz; Fenerbahçe’den mesela maçı en baştan domine edip güle oynaya kazanması yerine, ilk yarıyı 3–0 geride kapatıp, ikinci yarıda dört gol atarak mucize gerçekleştirmesini bekleyebilirsiniz. Ama Fenerbahçe’den başarı beklemek, hele de bunun bir devamlılık arz etmesini dilemek, Ariel Ortega’nın Fenerbahçe formasını giymesini istemekten bile daha büyük bir hayalciliktir. (Ha ha! Bu sezon, ligde 14. sıradayken, Fenerli arkadaşlarımla, Avrupa Ligi’nin en büyük favorisi olduğumuzu konuşuyorduk. Dream big, think big, olmayınca efendi ol ama!) İstikrar, aşağı Kadıköy’de bir apartman adı…

Foto: gzt.com

Sol bekten fişek gibi fırlayan Ümit Özat’ın sağ ayak dışıyla yaptığı muz orta

Bu lanet sezon işte biraz bu yüzden de güzeldi. Son yıllarda kurulu düzenin günah keçisi olmayı sindiremeyen, yediği siyasi dayakları sineye çekmek zorunda kalan, boyunu aşan alicengiz oyunlarının ortasında kendini çaresiz, üryan, ama bir o kadar da öfkeli hisseden Fenerbahçe taraftarı, “Sinkaflı küfürle taçlandırırım sizin oynayacağınız topu” demek yerine, “Bu kombineye deve yüküyle para saydık lan, iki gram futbol oynayın,” diye yersiz efelenmek yerine, çemçük ağzıyla “Abi bu Deniz Barış’ın ne işi var yaaaaeeehhhhh takımda,” diye haybeye isyan etmek yerine, maçlara gelmeye devam etti. Ben maçlara gidemedim ama, vallahi ben de öyle yaptım. Maçları seyretmeye, her seferinde tazelenmiş bir umutla o akşamın ilk 11’ini beklemeye, takımdan çoktan umudunu kesmiş arkadaşlarıma cesaret aşılamaya, Avrupa Ligi’ni gerçekten kazanabileceğimize dair bir umut beslemeye devam ettim.

Fenerbahçe müteahhit takımıdır biraz, doğru! Müteahhitler tarafından yönetilmiştir çoğu zaman. Ama asıl tehlike Fenerbahçe taraftarının da sırf iş bitsin, ihale gerekleri yerine getirilsin, hakedişler ödensin diye, gerekirse deniz kumu kullanarak, gerekirse taşeron işçiyi ölümü pahasına günde 16 saat çalıştırarak, gerekirse taammüden cinayeti iş kazası gibi yutturarak aldığı işi teslim eden bir müteahhite dönüşmeye başlamasıydı. Bu korkunç başarısızlık o yüzden iyi oldu. Siz bu takımı, çünkü, kupaları için sevmediniz. Renkleri için sevdiniz.

Fenerbahçe, acıların takımıdır, çünkü halkın takımıdır, böyle de güzeldir bence. Ara sıra şampiyon oluyorsak, cartayı çektiğimiz sene bile ötekilere tek galibiyet vermiyorsak, nadiren gaza gelip Şampiyonlar Ligi’nde çeyrek final, öteki kupada yarı final oynuyorsak, Hasan Ali Kaldırım, en beklemediğimiz anda, yaklaşık 125 kilometre mesafeden maçı 3–3’e getiren golü atıyorsa, daha ne istiyoruz ki bu hayattan?

Fenerbahçe’yi başarısızken de sevelim bence, kendimizi de başarısızken de sevelim. Kimseye etmeyelim şikayet! Yükleeeeeeeeeeeeennnnnnnn, bırakmaaaa, bırakmaaaaaaaaa:

Heeeep, bu dünya hep yalan dolan…

Foto: Youtube / Ekran görüntüsü

--

--

Deniz Arslan

Ülkemizin en önemli yalançıları arasında gösterilen, serbest meslek sahibi, emekli diplomat. Pantolon eskitmecede Balkan dördüncüsü.