Serkeş Gezginler İçin Berlin Rehberi (5) — Şehrin Orta Yerine Neden Saray Yapıyorlar?
Şahsi ya da siyasi nedenlerle Türkiye’den Berlin’e gelmişsiniz ya da diyelim ki turist olarak buradasınız. Şehrin gözbebeği Unter den Linden üzerinde, ayran budalası gibi ağzınızı iki karış açmış gezerken, tam o güzelim köprüyü geçip, biraz Berlin övmeye hazırlanıyorsunuz ki, sol kolda bir heyula karşılıyor sizi. Şöyle bir başınızı kaldırıp bakıyor, anlam veremiyorsunuz. Taksim’in göbeğine Topçu Kışlası dikmek isteyen, başkentin orta yerine yüz binlik saray yapanların ülkesinden çıkmış biri olarak, bulunduğunuz yerin geldiğiniz yerde sevmediğiniz ne varsa onun antitezi olmasını bekliyor, bu işte kesin bir bit yeniği vardır diye düşünüyorsunuz. Ama yok, bit yeniği falan yok: Almanlar basbayağı başkentin orta yerine bir Prusya sarayının replikasını yapıyorlar. Ortada o bıcır bıcır “replika” kelimesinin bile örtemediği bir tatsızlık var. Ama neden?
Ayakkabınıza bulaşan köpek bokunu bir an önce temizleyebilmek için metrodaki serseri, eroinman, dilenci, hapçı-ilaççı-yavşak-eczacı ve azgelişmiş çete mensuplarının arasından slalomla geçip Schönleinstr. tünelinden bir güneş gibi doğan sarışın güzeli U8’e yetişmeye çalıştığınız bir anda, Berlin bebek gibi şehir desem, bana küfredersiniz. Ama Berlin, mesela bir İstanbul’la, bir Roma’yla falan kıyaslandığında hakikaten bebek sayılır. 1450’de Fatih, Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaştan iki yaş gençken, Berlin’de yaşayan insan sayısı sadece 8000. Reşitleri toplasan anca bir Berghain doldurursun yani. Dolayısıyla binaların, meydanların, köprülerin ve aslında bir bakıma insanların tarihi de çok geriye gitmiyor. Şu anda replikasını bitirmek üzere oldukları sarayın inşasına, 1443’te o zamanki adıyla Alt-Kölln’de, Hohenzollern Hanedanı’nın başını sokacak bir yeri olsun diye başlayıp Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaştan bir yıl önce tamamlıyorlar.
Ver baroğu Schlüter!
Sonrası uzun hikâye, biz kısa geçelim (geçemeyecek). 1700’lere gelindiğinde şehrin nüfusu 60 binlere dayanmış, Bayburt’la Iğdır’la falan aşık atıyorlar, şu sarayı bir elden geçirmek lazım değil mi? Friedrich’lerin üçüncüsü, Danzigli mimar Andreas Schlüter’i yanına çağırıp, ver diyor baroğu, ver Beethoven’ı, ver Göthe’yi, devir bizim devrimizdir! Alman rönesansı başlasın artık! (Bu kadar disiplinliler, ama çoğu kritik konuda geç kalıyorlar farkında mısınız? Sonra yetişeceğiz diye sen git altı milyon insan öldür, neyse…)
Külliyenin, ay pardon, sarayın şu anda aynısı yapılmakta olan barok dış cephesi Schlüter’in mihmandarlığında 1701 yılında tamamlanıyor.
Ama durun, daha ne belalar açılacak zavallı Schlüter’in başına. Gözünü bir açacak, karlı dağlar geçecek, bir daha açacak, başında bir çocuk, “Kalk abi St. Petersburg’a geldik,” diyecek. Zira Kral hazır aşka gelmişken, “Bir de,” diyor, “şöyle 120 metrelik, heybetli bir saat kulesi dik şuraya da şanımız yürüsün.” Gelin görün ki dönemin olanaklarıyla kulenin yirmi metre altında, nehir yatağındaki turbalığı önceden tespit edemiyorlar ve inşaatın akabinde kule, öğlen on ikide girdiği kneipe’den 122 bira içtikten sonra çıkan Rüdiger Dayı gibi yamulmaya başlıyor. Kuleyi gerisingeri yıkmak zorunda kalıyorlar, yıkımın maliyeti inşaatınkini geçince de Schlüter’e Petersburg yolları görünüyor. Bir yıl sonra da Danzig Aile Kabristanı’na tek gidiş bilet!
“Alnından öpmeye gidiyorum / Evleri balkonsuz yapan mimarların”
Araları hızlı geçelim, içinde çok değişiklik, çok entrika, çok alicengiz oyunu var ama 1850’de meşhur mimar Schinkel’in orijinal planına sadık kalınarak eklenen kubbe haricinde, dış cephede büyük bir değişiklik yok. Ama ondan önce Mart devrimi ve ilk balkon konuşması var. Ben ilk balkon konuşmamı abimin misketlerini mahallenin çocuklarına yağma ederken yapmıştım, Kral IV. Friedrich Wilhelm’e ise 18 Mart’ta sarayın önünde toplanan kalabalığı yatıştırmak için balkona çıkmak nasip oluyor. Peki halk yatışmayınca ne yapıyor, “Dağılın lan” diye bağırmaya başlıyor tabii ki. Sonrası devrim, Kral’ın askeri geri çekmesi, halka bazı hak ve özgürlükler vermesi ve bunları bir sene sonra oldubittiye getirip geri alması falan… Ortadoğu’nun göbeğinden gelmiş çocuklar için fındık-fıstık hikâyeler.
Spatakistlerin lideri Karl Liebknecht, aynı balkondan, solgun bir halk çocukları ayaklanmasının kalbine kaçak hat çekecek meşhur konuşmasını tam 70 yıl sonra yapacak, ama ondan önce Birinci Dünya Savaşı var. Dört sene sonra kuyruğunu kıstırıp gidecek olan II. Wilhelm, 31 Temmuz ve 1 Ağustos 1914’te iki kez çıkıyor balkona, karşıdaki Lustgarten’da toplanmış olan kalabalığa hitap etmek için. İlkinde, “zor günler” diyor, “elde kılıçla savunuruz anavatanı” diyor, “hepiniz kiliseye gidip dua edin,” diyor, “Alman İmparatorluğuna saldırıda bulunanlar bunu pahalıya ödeyecektir,” diyor. Anlaşılan bıçak kemiğe dayanmış! Aleyhteki bariz hakem hataları, federasyonun yanlı tutumu ve tahkim kurulundan çıkan…
Neyse, Wilhelmlerin ikincisi, balkon konuşmalarının ikincisini de Rusya’ya savaş ilan etmek için kullanıp, yüce gönüllülüğüyle sosyal demokratları bile affettiğini söylüyor, “Ben artık parti, mezhep falan tanımıyorum. Birlik olmalıyız. Hepimiz Almanız, hepimiz kardeşiz!” diye gürlüyor. Ne kadar boğucu ve bir o kadar da tanıdık değil mi?
Almanlar yeterince dua etmemiş olacak ki, savaşı kaybediyorlar. Malum onlar kaybedince, dönemin FIFA mevzuatı yüzünden biz de kaybetmiş sayılıyoruz. Savaş bitiminde Berlin’de vaziyet yaman: Dönem öyle bir dönem ki erken kalkan zevkine göre cumhuriyet ilan ediyor! 9 Kasım 1918 sabahı, Philipp Scheidemann, meclisteki konuşmasında monarşinin kalktığını ve cumhuriyetin ilan edildiğini duyuruyor. Aynı gün öğleden sonra ise Spartakist hareketin lideri Karl Liebknecht, imparatorun dört sene önce savaş çığırtkanlığı yaptığı balkona çıkıp, dışarıda toplanmış olan destekçilerine “Hür Alman Sosyalist Cumhuriyeti”nin kuruluşunu muştuluyor. Ne yazık ki, ne Sosyalist Alaman Cemahiriyesi’nin, ne de Liebknecht’in ömrü uzun oluyor. Liebknecht, bu konuşmadan yaklaşık iki ay sonra faşist milisler tarafından katledilirken, sonradan aynı topraklarda kurulacak olan başka bir cumhuriyetin temsilcileri, Prusya saldırganlığının sembolü olan sarayı yıkarken, Alman sosyalizmi açısından böylesine sembolik bir önemi olan balkona dokunmuyor ve dış cephenin o bölümünü aynen alıp, yakında yapılmakta olan başka bir binanın ön cephesine yama yapıyor.
Goebbels olsa şöyle derdi: Wollt ihr die totale Ironie? Liebknecht’in sosyalist Alman cumhuriyetini ilan ettiği o balkon, şu anda Business School olarak hizmet veren bir binanın ön cephesini süslüyor.
Balkon parantezini Sezai Karakoç’a kadar uzamadan kapatalım kapatmasına da, konu Berlin’in tarihi olunca parantezlere doyulmuyor; soğan kabuğu gibi soydukça yenisi geliyor: Saray mesela, aynı zamanda bir “Bachort,” yani Bach mekânı: Bach, 1719’da buraya yaptığı ziyarette Kont Christian Ludwig von Brandeburg’la tanışıp güzelim Brandenburg Konçertolarını da ona ithaf ediyor. 1721’de orada olsaydınız, bu eseri ilk dinleyenlerden biri olacaktınız. 2021’de geldiğiniz için görüp göreceğiniz rahmet, elektronik ritmler üzerine bağrışıp çağrışarak müzik yapan skimsonik bir İzlandalı hipster grubundan ibaret olacak en fazla.
Sana su veren itfaiyenin…
Weimar cumhuriyeti deneyimini, komünist korkusundan ellerindeki gül gibi memleketi it sürüsüne teslim eden aristokrat bozuntularını, it sürüsünün iktidarda olduğu uğursuz zamanları hızlı geçip savaş bitimine gelelim. Tekbıyık artık kuyruğunu kıstırmış sığınakta felaketini bekler, şanlı Sovyet ordusu Polonya düzlüklerinden bin atlı akınlarda çocuklar gibi şen seyirtirken, müttefikler de öbür taraftan veriyor bombayı, veriyor ateşi. 3 Şubat 1945’teki hava saldırısında çok büyük zarar gören saray dört gün boyunca cayır cayır yanıyor ama halk bitkin düşmüş savaştan, kimin umurunda! Adanalı bir taksici ağabeyimiz, ağzının kenarında sigara, gözlerini kısmış yanan saraya bakarak söyleniyor: “Sana su veren itfaiyenin hortumunu…”
Savaş bitiyor, kocabaş Naziler tayinlerini kendilerine en yakışan yer olan mezarlık ve darağaçlarına aldırıyorlar ve Doyçland, Diyarbakır karpuzu gibi ikiye bölünüyor. Gelin görün ki bizim saray Doğu tarafında kalıyor. Yıl olmuş 1950, yıkalım mı yeniden mi yapalım mı diye kaşınırken bunlar, SED lideri Walter Ulbricht, Müslüm Gürses gibi kestirip atıyor: Yıkılsın sarayhaneler, açılsın meyhaneler!
Ne birası Sevim!
Geçmişin, Prusya saldırganlığının simgesidir, halk cumhuriyetine saray yakışmaz, pantolonu gösteren ütü, evi Konya’dan gibi ikna edici argümanlarla DDR yönetimi sarayı altı ayda dümdüz ediyor. Yerine halkımızın huzurla ibadet edebileceği yüz bin kişilik kilise yapacak değiller ya, saraydan kalan devasa boşluk uzun bir süre Mark-Engels meydanı olarak hizmet verdikten sonra, 70’li yıllarda çelik konstrüksiyon bir Cumhuriyet Sarayı (Palast der Republik) dikiyorlar aynı yere. Bunu yaparken de aman yangın çıkmasın diye öyle bir iştahla asbest sıkıyorlar ki dış cephesine, sonradan başlarına bela olacak, güzelim ideallerle dikilen binanın katline ferman yerine geçecek.
Tabii bu Cumhuriyet Sarayı enteresan bir kompleks. Adı saray ama kendisi daha ziyade halk evi. İçinde millet meclisi de var, bovling salonu da, tiyatro salonu da var, meyhane de. Tavandan sallanan dev lambalar yüzünden halk binaya, Erich’in (Hönecker) Lambacı Dükkânı diyor. Bizim meselâ Tayyar Avizecilik diyemediğimiz gibi.
Neden böyle oldu acaba?
Yazının temel sorusu şehrin ortasına neden saray yaptıklarıydı. Ben subasar 1200 kelime yazdım, hâlâ asıl konuya gelemedim. Hani Alman arkadaşlarınızla çıkıyorsunuz, diyelim rakıyı merak etmişler, oturuyorsunuz sofraya, adabını kültürünü açıklıyor, iki tek de gömüp muhabbetin en cezbeli ânına paraşütle iniyorsunuz. Sonra bir soru geliyor mesela, herhangi bir soru olabilir, cevabı da basit, ama sorunun cevabını verene kadar Suriye meselesinin nasıl çözüleceğine dair dahiyane önerilerden, Uşaklı üniversite arkadaşınızın babaannesinin gece uyanıp tuvalete giderken, uyku sersemliğiyle “ana nereye?” diyen amcasına, “Aladağ’a oduna gidiyom yavrım” diye mukabelede bulunuşuna yahut oradan kalkıp ilkokulda aşık olduğunuz kızı 24 yıl sonra otobüs durağında elinde bir pazar torbası, peşinde iki sümüklü veletle görüşünüze dair bir dolu şey anlattıktan sonra, rakıdan bir yudum alıp, bir çatal ucu favayla boğazınızı rahatlatıyor ve başınızı kaldırıp Tobias’la göz göze geliyorsunuz. Zavallı Tobias, bütün saflığı, masumiyeti, naifliğiyle esaslı bir Karaman koyunu gibi size bakıyor, utana sıkıla “Ama,” diyor, “ben sadece fava neden yapılıyor diye sormuştum.”
Fava neden yapılıyor biliyor musun Tobias? Fava, haydari, humus, muhammara, lakerda, ahtapot ızgara, hepsi aynı şeyden yapılıyor aslında. Günün sonunda seni asla abad etmeyecek ama anlık bir tatminin kollarında serinletecek, tuhaf bir taşkınlıktan, sağı solu belirsiz bir tembellikten, kolpadan, boş laftan, sadece Ege’nin kekik kokan kıyılarında bulunan konuşmaz anlatmaz ballandırıp köpürtmezse hayatına dönüp bakacak ve öyle mutsuz olacak ki otundan yapılıyor.
Saray ise başka bir şeyden yapılıyor. Tobias’ın sorulan soruya efendi gibi cevap vermesinden, o dobralıktan, modamodluktan, esnemezlikten, hayatı yekpare bir taşkınlık değil, götü başı oynamayan jilet gibi çizilmiş bir fragmanlar zinciri olarak görmesinden yapılıyor. Ama biri ötekinden daha iyi değil.
Duvar yıkıldıktan sonra, 1990’da Doğu Almanların hormonlu halk evinin etrafına dikenli teli çekip kapısına da asma kilidi vuruyorlar. Zira insan sağlığını tehdit edecek oranda asbest tespit ediliyor binada. 2006’ya kadar dokunmuyorlar. Ben geldiğimde hâlâ ayaktaydı, bronz bronz sırıtıyordu ağzım açık gezerken o muhitte. Sonra yıkıma başladılar, ben de gidip fotoğraflarını çektim.
Sarayı tekrar yapsak ya la…
Benim intikalimi takip eden o yıllarda, yıkılan Palast der Republik’in (halk arasındaki isimlerinden biri de Ballast der Republik) yerine ne yapılacağı ya da illa ki bir şey yapılmasının gerekip gerekmediği çok tartışıldı Almanya’da. Park olsun, boş kalsın, demokrasiye armağan olsun, şu olsun bu olsun derken; yanmış yıkılmış, fatihası çoktan okunmuş bir sarayın yeniden yapılmasının doğru olacağına hükmedildi kodamanlar tarafından. Elbette, sarayın mimari tarihi açısından dünyanın en görkemli dini-işlevi-olmayan barok yapılarından biri olmak gibi bir özelliği var ve…
Bu yazının böyle bitmesini uygun buldum, baştaki sorunun cevabını vermeden. Hakikaten bunlar niye şehrin orta yerine saray yapıyorlar ki?
SERİNİN ÖNCEKİ YAZILARI
Serkeş Gezginler İçin Berlin Rehberi (1) — U8
Serkeş Gezginler için Berlin Rehberi (2) — Alexanderplatz
Serkeş Gezginler İçin Berlin Rehberi (3) — Sokak Numaraları
Serkeş Gezginler İçin Berlin Rehberi (4) — “36 Yanıyor, 61 Yatıyor”