Serkeş Gezginler için Berlin Rehberi (2) — Alexanderplatz
Çirkindir Alexanderplatz! Bayağı orta ölçekli, TOKİ şırıngalı bir Orta Anadolu kenti kadar çirkindir hem de. Bu çirkinliğin birazı elbet Almanya tarihindeki birtakım çirkinliklerin doğal ve kaçınılmaz sonucudur. İkinci Savaş’da dümdüz olan meydanın Soğuk Savaş’ın ilk perdesinde Rus sektörüne düşmüş olması Kızıl Ordu’nun kahramanlık destanıyla ilgili olsa da, bunun dolaylı sonucu Stalinizm’in en fonksiyonel ve yer yer brutal haliyle meydanı çekip çevirivermiş olmasıdır. Tarihi, tarihi yazanlardan dinlerken, tarihe gömülmüş olanların olası şerhlerinden haberdar olmuyoruz haliyle. Doğuyla batının hikâyesi Alexanderplatz kadar — bize anlatıldığı kadar — katı, betonblok, siyah-beyaz değil elbette, ama bu başka bahsin konusu. Sözgelimi bugünden bakınca bir anakronizm illüstrasyonu gibi duran Dünya Saati, tertemiz bir idealin, şimdi içinde debelendiğimiz dünyada akla bile gelmeyen bir tasavvurun vücuda gelmiş halidir ve o şekilsiz, ruhsuz, katır kutur meydanın belki de en şirin yapısıdır. Tabii bu Doğu Alman hükümetinin 1970 yılında, dış cephe boyası diye bir şeyin varlığını ilk kez 27 yaşında fark etmiş bir üçüncü dünyalıyı bile irkiltmeye yetecek Haus der Statistik binasını dikmiş olmasını affettirmez. (Gerçi adı İstatistik Evi olan binayı da Gaudi’ye ısmarlayacak değillerdi herhalde.) Amerikalı yazar Kurt Vonnegut, Nobel’i alamamış olmasını İsveç menşeili Saab’ın acentalığını yaparken arabaları fazla kötülemiş olmasına bağlayıp ekliyor: “Bir Norveç atasözü var: İsveçlilerin zekeri kısa, aklı uzun olurmuş.” Berlin’in de işte tarihi kısa, netamesi fazlasıyla uzundur! Kısa keselim…
(Kesemedi!) Hem bakın, meydanın romanını yazmış olan Alfred Döblin ne diyor: “Kader meselesini bu kadar abartmaya gerek yok. Ben Yazgıya karşıyım. Yunan değilim ki ben, Berlinliyim.” Buraya, yani şehre ve meydana, hep bir kader biçilir, sonra aşağı yukarı her elli yılda bir, birileri gelip bu kaderi dümdüz eder ve sonra bir yenisi kazılır meydanın taşlarına. 1871–1918–1933–1945–1990 ve tabii benim Berlin’e intikal ettiğim tarih olan 2005. İşin kötüsü lokal de değildir bu değişimler, yerle yeksan edilen kaderlerle birlikte dünyanın dengesi de değişir. Bu yönüyle Alex için sadece Berlin’in değil, dünyanın da merkezidir deseniz, kimse size “Aaaa hiç Türk’e benzemiyorsunuz” demez.
Diğer yandan, dağınık, kelimenin tüm anlamlarıyla geniş, semtlerinin sanki birbirinden bağımsız birer organizmaymış gibi hareket ettiği bu şehre yeni gelenler, bazı acemi turistler, benim gibi taşralılar, illa ki bir nirengi noktası, bir pusula arar, tarif alırken ve verirken referans alacakları, “meydana çıkınca sola kıvrıl” dediklerinde “hangi meydan?” sorusuna hedef olmayacakları. İhsan Oktay Anar, “Suskunlar”da sürekli aynı yerde dilenen bir İstanbul dilencisinden söz eder. Adam o kadar istikrarlıdır ki bu konuda, bir süre sonra semt halkı, “dilencinin oradan sola dön” diye tarif vermeye başlar.
Eh, Alexanderplatz’a bu statüyü atasanız başınız ağrımaz herhalde. En azından şehrin kalbine saplanmış ışıltılı bir bıçak gibi her yerden görebileceğiniz Televizyon Kulesi buradadır ve bu süpersonik mobil zamanlarda, bu turist uğultusunun ortasına bile kaybolmayı başarırsanız; bir ferahlığa çıkıp kafanızı hafifçe kaldırmanız yeterli olur, gölgesinin yere haç şeklinde düşmesinin İsveçli mühendislerin dinsiz Doğu Alman hükümetine attığı bir kazık olduğuna dair rivayetler anlatılan kuleyi görüp, yolunuzu yurdunuzu tekrar bulmanıza. Alexanderplatz, Berlin’in gönülsüz merkezidir ve aslında, Paris’le Bayburt’u aynı potada eriten yere de böyle bir kazulet yakışır merkez niyetine: Merkez sağ!
1805’de dönemin Rus çarı I. Alexander’ın ziyareti esnasında Prusya kralının şevke gelmesi neticesinde bu adı alan meydanın bugünkü uçsuz bucaksızlığı Doğu Almanya dönemindeki kapsamlı yenileme çalışmasının ürünüdür elbette. Bir zamanlar büyükbaş hayvanların alıp satıldığı meydanın günümüzdeki simgesi ise bence, ne Televizyon Kulesi, ne Dostluk Çeşmesi, ne de Dünya Saati’dir. Yeryüzünde cehennemi görmek, sınıflarötesi bir Berlin numunesi almak isterseniz, bir Cumartesi öğleden sonrası ucuz esvap satılan Primark’a girin. Berlin’in merkezi Alex ise, Alex’in nabzının attığı yer de o mağazanın tıkış tıkış, terli, gürültülü, kaotik koridorlarıdır. Böyle başa böyle tarak!