Dörtler Tefrikası — 01: Baba Kim’in Suşi Şefi
Muammer’in kasabanın başına musallat ettiği, onun pansiyonunda konaklayan, kimseye bulaşmadıkları halde herkesi korkutan, kimseden selamı eksik etmedikleri halde herkesin yabanî ve hoyrat bulduğu, kimseyle alacak verecekleri olmadığı halde herkesin bunlar acaba ne zaman gidecek diye gözlerinin içine baktığı dört kişiden oluşan bir grup var: Sarı, Tekfur (gerçek adı bu değil), Üzeyir ve Tay Veli.
Neredeyse her gün mekânda oldukları için o gece mahsur kalanlar arasında olmaları talihsizlik sayılmaz. Bu durumu çok kafaya takmış gibi bir halleri de yok zaten. Mekânda mahsur kalınmayan günlerde olduğu gibi, yavaş yavaş içkilerini içip, kendi aralarında, alçak sesle, hiçbir taşkınlık etmeden hoşbeşe devam ediyorlar.
Uzakdoğudan laf açılınca dayanamıyor Reşat, hepsinin dikkatini topladığından emin olduktan sonra lafa giriyor:
“Tokyo eğitim ateşemiz Fellah Bey’le yirmi bir oynuyoruz. Çalkantılı yıllar, seksenler belki, kuzey kıyılarında Japonya’nın, deniz gören bir kahvede. Sonradan öğreniyoruz Kuzey Koreliymiş, bir tane abdal geldi masamıza, ateş istedi. ‘Ateşeden ateş istenmez,’ falan, şakalar espriler, kah kah gülüyoruz Fellah Bey’le. Yaktı bizimki sigarasını, teşekkür etti, az ilerideki arkadaşının yanına gitti. Plajda tek tek güneşlenenlere baktılar. Diğerlerinden ayrı, uzakça bir noktada yatmış güneşlenen yaşlı bir adam vardı. Kaşla göz arasında adamcağızı karga tulumba kucaklayıp kıyıda yanaşık sürat teknesine attıkları gibi, vınnnn! Kimse ne olduğunu anlamadan gözden kayboldu herifler. Polisiydi askeriydi, ortalık karıştı haliyle. Bizi de sorguya çektiler, anlattık ne gördüysek, ama ne fayda, giden gider.
Neyse, çok sonra hasta diye duydum Fellah Bey’i, ziyaretine gittim. Bu konu da açıldı. Sonradan ortaya çıkıyor. Plajdan kaldırdıkları adamı meğer özel seçmişler, herif o bölgenin en namlı suşi şefiymiş. Bunların tombul var ya, şimdiki başkanları, onun pederine suşi yapsın diye gün ortasında karakucak götürmüşler adamı.”
Takdir ve hayret karışımı sessiziliği Tekfur bozuyor: “Kim Jong-Il demek ki suşi seviyorduysa.”
Sonra Üzeyir’le atışmaya başlıyorlar.
“Kim?”
“Ne kim, Üzeyir?”
“Suşiyi seven?”
“Kim işte, onun adı da Kim.”
“Sen nereden biliyorsun bunların adını seceresini falan?”
“Beis işi yaptığımız yıl-“
Tay Veli dayanamayıp araya giriyor: “Suşi gerçekten o kadar güzel bir şey mi lan? Hiç yemedim.”
Oradan kurtulurlarsa suşi yemeye gitmek için sözleşiyorlar.